___________________________________________________
I . TARİHTE FÜTÜVVET VE AHİLİK İLİŞKİSİ
Ahilik 13-19. yüzyıllar arasında Anadolu’da yaşayan halkın sanat ve meslek alanında yetişmelerini sağlayan, onları ahlaki yönden yetiştiren, çalışma yaşamını iyi insan meziyetlerini esas alarak düzenleyen bir örgütlenmedir. İyi ahlakın, doğruluğun, kardeşliğin, yardımseverliğin kısacası bütün güzel meziyetlerin birleştiği bir sosyo-ekonomik düzen olan Ahilik,
§ Ahlak
§ Eğitim - Bilim
§ Teşkilatlanma
§ Kalite – Standart
§ Üretici - Tüketici İlişkisi
§ Denetim
vb. konularda yaşadığı dönemin toplumsal yapısını düzenlemiş ve yeterli olmuş bir sistemdir.
Esnaf ve sanatkar camiasının tarihine baktığımız zaman “Ahilik” ile Fütüvvet”in önemli bir yer tuttuğunu görürüz. Çünkü bu iki kuruluş ve düzen çok uzun yıllar osmanlı toplumunun belirleyici öğeleri olmuşlardır.
Konu üzerinde araştırma yapmış olan batılı organizatörler Ahiliğin kökenlerini, Doğu’ da özellikle Araplar arasında gelişmiş olan Fütüvvet Teşkilatına dayarlar. Ancak yine de Ahiliğin Fütüvvetten bir hayli değişik, Anadolu Türklerine özgü bir kuruluş olduğunda birleşirler.
Eldeki kaynaklardan edinilen bilgilere göre Anadoludaki Ahilik doğudaki fütüvvetçiliğe benzer bir kuruluş olarak görülmektedir. Bir başka deyişle, fütüvvetçilik Anadolu’da birtakım değişikliklere uğramış, yeni bir takım nitelikler kazanmış ve Ahilik olarak anılmaya başlanmıştır. Kaynaklarda değişik yorumlara raslanmakla beraber Ahiliğin fütüvvetçilikten etkilendiği, bazı temel kurallarını fütüvvetçilikten aldığı konusunda hemen herkes hemfikirdir.
Ahiliğin tarihine şöyle bir baktığımızda fütüvvetçilikle yanyana anıldığı ya da bu iki kavramın çoğu kez birbirleriyle açıklandığını görürüz. Bu sebeple fütüvvetçiliğe çok özet olarak değinmekte yarar olduğunu sanıyorum.
Daha önce de belirtildiği gibi fütüvvetçilik daha çok kişisel yeteneklere ve askeri niteliklere önem vermiştir. Fütüvvet eli açıklık, yiğitlik, gözü peklik, yardımseverlik yani olgun kişilik olarak tanımlanır. Kuran-ı Kerim’de İbrahim Peygamberden, Tanrının birliğine inanan, putları kıran ve azgın Nemrut’a karşı çıkan bir “feta” olarak bahsedilir. Burada övgüye değer olan onun yiğitliği, mertliğidir.
Fütüvvetçiliğin ortaya çıkış biçimiyle daha sonra aldığı şekil arasında büyük bir tezat vardır. Tarihsel olarak bu gelişme şu şekilde cereyan etmiştir: Abbasiler soyu iktidara geçtiğinde, güçlü askeri birlikleri olmasına karşın, bir tepki olarak, halk arasında bazı kuruluşlar ortaya çıkmıştır. Bu kuruluşlar örgütlenmişler, kanun tanımayan haydutlar olarak isimlendirilmişlerdir. Bunlardan, özellikle Ayyarlar, devlet gücünün azaldığı zamanlarda ortaya çıkmış, silahsız, yalnız taş ve sopalarla saldırılar düzenlemişlerdir. Bununla beraber, bu kuruluşların, zaman zaman, halifelerin,askeri valilerin ve güvenlik kuvvetleri başkanlarının hizmetlerine girdikleri görülmüştür. Bu kanun dışı örgütler, 10. yüzyıldan12. yüzyıla kadar çıkardıkları karışıklıklarda büyük başarılar elde etmişlerdir. Ancak, güçlü hükümdarlar ve üç büyük Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey, Alpaslan ve Melikşah zamanlarında hemen hemen hiçbir faaliyette bulunamamışlardır.
İşsiz ve güçsüz kişilerden oluşan bir topluluk mensupları, devlet hizmetinde, özellikle güvenlik teşkilatında görev almak istemişlerdir. Özellikle, asker ve güvenlik güçlerinin yetersiz olduğu yer ve zamanlarda, onların hizmetlerinden yararlanılmıştır.
Bunun sonucu olarak, sözkonusu kişiler ahlaki bir disiplin altına girmişlerdir. Önceleri fütüvvetçi kuralları olarak bilinen yiğitlik ve eliaçıklık faziletleri, zamanla, fütüvvetçi kuruluşların ortak nitelikleri olmaya başlamıştır. Bu tür kuruluşları birleştiren fütüvvetçilik, zamanla bir meslek ve sanata bağlı bulunması gerekli olmayan, içlerinde tasavvuf erbabının ve öteki tarikat birliklerinin de yer aldığı belirli zamanlarda ve belli amaçlar için biraraya toplanabilen bir teşkilat haline gelmiştir. Üyelerin öğrenmeleri ve uymaları gereken kurallar, fütüvvetname denen, tüzük niteliğindeki kitaplarda toplanmıştır.
Bu eserler, 12. yüzyıldan sonra, esnaf ve sanatkarlara belirli ahlak kuralları ve mesleki bilgiler vermek için kullanılacak tüzükler haline getirilmiştir. Bu nedenle, Osmanlı esnafının bağlı olduğu prensiplerin esasını fütüvvet teşkilatında aramak gerekmektedir. Ahi töre ve törenleri ile örgüte giriş kurallarını kapsayan Ahi yönetmeliği niteliğindeki eserlere fütüvvetname adı verilmiştir. Anadolu’da Ahilik adı ile bilinen teşkilat, önceleri fütüvvetçilik örgütü halinde faaliyet göstermiştir. Ahiliğin temeli olan fütüvvetçilik, 10. yüzyıldan başlayarak, örgütlenmeye başlamıştır. Daha öncede belirtildiği gibi, fütüvvet Arapça bir sözcüktür ve tasavvufa dayanmaktadır. Fütüvvetin aslı, kişinin, başkasının işinde olması ve onların işini takip edip, gözetmesidir.
Bilindiği gibi, islamın ilk fütüvvet örgütleri, Ahilerden farklı olarak, bir meslek örgütü değildir. İçlerinde bir çok zenaatçı bulunsa bile, birlikte yiyip içmek, eğlenmek, dans etmek, spor yapmak amacı güden gençlik örgütleridir. Örgüt üyelerinin meslekleri ile ilgilenilmez. Mesleki örgütlenme varsa bile, çok gevşektir.
Anadolu’nun Türklerin ikinci anayurdu haline gelişi 11. yüzyılın ikinci yarısı başlarındadır. Asya’dan göç eden sanatkar ve tüccar Türklerin yerli tüccar ve sanatkarlar karşısında tutunabilmeleri ve yaşayabilmeleri, aralarında bir örgüt kurmalarını gerektirmiştir. Ayrıca Türkler bu örgüt yardımıyla, sağlam, dayanıklı ve standart mal yapabileceklerini düşünmüşlerdi. İşte bu zorunluluk, dini ahlaki kuralları fütüvvetnamelerde zaten mevcut olan esnaf ve sanatkarlar dayanışma ve kontrol örgütünün, yani Ahiliğin kurulması sonucunu doğurmuştur. Öte yandan, deri işçilerinin ve Ahiliğin piri olan Ahi Evran’ın Anadolu’ya gelişi de bu tarihlere rastlamaktadır.
Ahi sözcüğü de Arapça’dır ve “kardeşim” demektir. Ancak bazı yazarlar Ahi sözcüğünün Türkçe’de cömert, eli açık, yiğit anlamına gelen “akı” sözcüğünden geldiğini ileri sürmektedirler. Anadolu’da Türk kurum ve terimlerinin fazlalaştığı bir dönemde “akı”nın Arapça “kardeşim” anlamına gelen “ahi”ye dönüştürüldüğü düşünülmektedir. Terim olarak Ahilik, Anadolu’da 13. yüzyılda kurulu, belli kurallarla işlemiş esnaf ve sanatkarlar birliğini ifade etmektedir. ahlakla sanatın uyumlu birleşiminden oluşan ahilik, örgüt olarak Anadolu’da 13. yüzyılda Ahi Evran tarafından kurulmuştur.
2. AHİ EVRAN
Ahi Evran’ın hayatı ve kişiliği üzerinde araştırmacıların farklı görüşleri vardır. Ahi Evran’ın deri işçiliği ve teşkilatında çok başarılı bir kişi olduğu, belgelerden anlaşılmaktadır. Ahi Evran, yüzyıllardır savaşçılık ve dini, ahlaki bilgiler vermekte büyük ve önemli görevler yerine getirmiş olan fütüvvet teşkilatından ve fütüvvetnamelerden yararlanarak, ahi teşkilatını kurmuştur. Ahi Evran, ahlakla sanatın ahenkli birleşimi olan ahiliği çok itibarlı bir duruma getirmiştir. Böylece, ahilik yüzyıllarca bütün esnaf ve sanatkarlara yön vermiş, onların işleyişini düzenlemiş, yeniçeri teşkilatının kuruluşunda, önemli rol oynamış, devlet adamları bu kuruluşa girmeyi şeref saymışlardır.
Osmanlı İmparatoru Orhan Gazi, bir Ahidir ve Ahilerin adları yanında kullandıkları lakaplardan biri olan “ihtiyarüd-din” lakabını kullanmıştır. Aynı şekilde Sultan I.Murat’ın da Ahi olduğu ifade edilmektedir. Ahi Evran, halkın ekonomik durumunu iyileştirmek, meslek sahibi olmasını ve din sömürüsünden kurtarmak için çalışmıştır. İşe ayakkabıcı ve saraç esnafını teşkilatlandırmakla başlamıştır. Kısa zamanda üstün becerisi, ahlaki sağlamlığı ve hakseverliği ile büyük bir ün ve saygı toplamıştır. Kurduğu teşkilatın başkanı, Ahi Babası olmuştur.
3 . AHİLİĞİN OSMANLI ESNAF VE SANATKAR FAALİYETLERİNİ DÜZENLEMESİ
Ahilik, tarihi ve sosyo-ekonomik zorlukların ortaya çıkarıldığı bir Türk esnaf birliğidir. Bu birliklere 14. ve 15. yüzyıllarda, batıdaki kuruluşların etkisinin olduğu düşünülebilir. Ancak, Ahi kuruluşları daima çevresel ve toplumsal karakterini korumuş, üretici ve tüketici ilişkilerini en iyi şekilde düzenlemeyi amaç edinmişlerdir.
Bu kuruluşların temelleri, o kadar sağlam atılmış, kuralları zamanının ve toplumun gereklerine ve gerçeklerine o kadar uyarlanmıştır ki, bu sonradan, il ve ilçelerin belediye hizmetleri ve bu hizmetlerin denetimi için örnek alınmış, narh ve nizamnameler ya da kanunnameler şeklinde resmileştirilmiştir.
Osmanlılarda standartlara uymayarak, düşük kaliteli mal ve hizmet üreten esnafa çeşitli cezalar verilmiştir. Bu dönemde günümüzde bile tam olarak uygulanamayan kalite, standart, üretici-tüketici ilişkileri çok kesin kurallarla belirlenmiştir.
4. OSMANLI ESNAF VE SANATKARLAR KURULUŞUNUN GEDİKLER HALİNE DÖNÜŞÜ
Ahilik, Türklere özgü milli bir kuruluş olarak ortaya çıkmış, tüketicilerin korunması dahil, Türklerin Anadolu’da kök salması ve tutunmasında önemli bir rol oynamıştır. Ahiler Birliğinin Müslümanlara özgü yapısı 17. yüzyıla kadar sürmüştür. Osmanlı Devletinin Müslüman olmayan egemenlik alanı genişledikçe, çeşitli dindeki kişiler arasında çalışma zorunluluğu doğmuştur.Bu şekilde din ayrımı yapılmadan kurulan, eski niteliğinden bir şey kaybetmeyen yeni organizasyona gedik denilmiştir. Gedik sözcüğü Türkçe bir sözcüktür. Tekel ve imtiyaz anlamına gelir. Resmi terim olarak gedik sözcüğüne 1927 yılında rastlanır. Ama gediğin tekelci karakteri çok daha eskilere uzanmaktadır.
Bu şekilde esnaf ve sanatkarlık, 1860 yılına kadar sürmüştür. O zamanlar, bir kişi çıraklıktan ve kalfalıktan yetişip de açık bulunan bir ustalık makamına geçmedikçe, yani gedik sahibi olmadıkça, dükkan açarak sanat ve ticaret yapamazdı. Ancak, ellerinde imtiyaz fermanları olan kişiler, sanat ve ticaret yapabilirdi. Bu fermanlar, esnafın sayılarının artırılıp eksiltilmesi, mülk sahiplerinin eski kiralarını artırmaması, gediği olmayanların sanat ve ticaret yapamaması, açık olan gediklerin esnafın çırak ve kalfalarına verilmesi, dışardan esnaflığa kimsenin kabul edilmemesi gibi hükümleri kapsıyordu.
Gedikler, sabit veya seyyar olmak üzere iki türlüdür. Seyyar veya havzi gedikler, kişiye özgü olup, sahibi istediği yerde sanatını ve ticaretini yapmasını sağlıyordu. Sabit gedikler ise dükkan, mağaza, atölye gibi yerlere ait olduğundan, sahipleri başka bir yerde sanat ve ticaret yapamazlardı. Gedik sahibi, başka bir yere göç edecek olursa gediğini de resmen nakletmek ve senedini değiştirmek zorundadır. Bu durumda değiştirmede ya da yeniden gedik senedi verilmesinde olduğu gibi, resmi araştırma ve soruşturma yapılırdı. Gedikler, toplumun ihtiyaçları, nakil ve değiştirmeler yüzünden çoğaltılıp azaltılabilirdi.
Tanzimatın ilanından ve yabancı devletlerle ticaret anlaşmaları yapılmaya başlandıktan sonra, öteden beri sürüp gelen tekelcilik kuralının sanatla ticaretin gelişmesinde zararlı olduğu anlaşılmış, ticaret ve sanayiinin gelişmesi gerektiğinden ve istendiğinden, artık gedik ve tekelcilik kuralının sürdürülmesinde hükümetçe yarar görülmemiş, kaldırılmıştır.
18. yüzyıla kadar esnaf ve sanatkarlık Osmanlı döneminde altın çağını yaşamıştır. Ahilik gelenekleri ve daha sonra kurulan lonca teşkilatları bu sınıfı gerek nicelik ve gerekse nitelik yönünden geliştirmiştir. Bu gelişmeye devlet de katkı sağlamış, derbendci denilen memurlar vasıtasıyla ticaret yollarının bakım ve güvenliğini sağlamıştır.
Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünden Ahilikte payına düşeni almış git gide yozlaşmıştır. Sonuçta giderek loncalar bozulmuş, gediklere töreye göre değil iltimasa göre atamalar yapılmaya başlanmıştır. Esnaf ürettiği malı satamaz olmuştur.
Devlet tam bir çöküş yaşıyordu. Ortada çalışan tezgah yoktu. Nihayet 1912 yılında loncalar tamamen kaldırıldı. Böylece 700 yıl boyunca yaşamış Anadolu halkının ekonomik, sosyal ve kültürel yaşamında belirleyici rol oynamış olan Ahilik sistemi tarihe karışmıştır.
İttihat ve Terakki döneminde esnaf ve sanatkarların yaşadığı bu çöküş çarkını tersine çalıştıracak çözümler arandı. Bu kesimin devlet tarafından teşvik edilmesi, çıraklık mekanizmasının iyi işletilmesi gibi formüller üzerinde duruldu. Ancak bir sonuç alınamadı. Osmanlı İmparatorluğu gibi Ahilik sistemi de çöktü.
18. Yüzyıl içinde oluşan loncalar 1912 yılında çıkarılan bir kanunla ortadan kaldırılmıştır. Cumhuriyetin kurulması ile birlikte esnaf-sanatkarlar kesimi bugünkü modern örgütlenmesinin başlangıcı olan 5373 sayılı Esnaf Dernekleri ve Esnaf Birlikleri Kanunu çıkarılmıştır. 1964 yılında 507 sayılı Esnaf ve Sanatkarlar Kanunu ile esnaf-sanatkarlar teşkilatı bugünkü yapısına kavuşmuştur.
1991 yılında 507 sayılı Kanunda değişiklik yapan 3741 sayılı Kanun ile Türkiye Esnaf ve Sanatkarları Konfederasyonu ve tüm alt teşkilatı, ülkemizde uygulanmakta olan ve kökeni Ahiliğe dayanan ve Almanya’dan örnek alınan ikili meslek eğitimi sisteminin işyerlerinde verilen pratik kısmı ile ilgili bir takım hak ve sorumluluklar yüklenmiştir. Bu kanun hükümlerine dayanarak da ayrıntıları düzenleyen 5 eğitim yönetmeliği çıkarmıştır.
Konfederasyonumuz Ahilikten gelen bir teşkilatın en üst kuruluşu olarak, Ahiliğe her zaman sahip çıkmış ve Ahilik ilkelerini korumaya çalışmıştır. Bu nedenle Kültür Bakanlığı ile işbirliği içinde her yıl Ahilik Kültürü Haftası Kutlamaları Yönetmeliği kapsamında bulunan illerimizde büyük bir coşku ile Ahilik Kutlamaları yapılmaktadır. Ahilik Haftası aynı zamanda tüm ülke genelinde Esnaf Bayramı olarak da kutlanmaktadır. Her iki kutlama programları çerçevesinde illerimizde Ahilikle ilgili panel ve konferanslar düzenlenmekte, şenlikler yapılmakta, iller tarafından seçilen mesleğinde başarılı ve mesleğinin gerektirdiği ahlaki ilkelere sahip en genç, en yaşlı ve kadın esnaf ve sanatkarlarımıza belge ve hediyeler verilmekte, sergiler, fuarlar açılmaktadır. Konfederasyonumuz her yıl ayrıca, Ahiliğin merkezi kabul edilen Kırşehir ilimizde ülke genelinden gelen esnaf-sanatkar kuruluşları yöneticileri ile birlikte bu faaliyetleri gerçekleştirmektedir. Ahiliğin yaşatılması, geliştirilerek günümüz şartlarına uydurulması amacıyla araştırmalar yapılmakta ve yayımlanmaktadır.
Esnaf ve sanatkarlar kesiminin tarihinde önemli bir yer tutan Ahilik gerek ruh ve gerekse kurumları ile bugün halen yaşamaktadır. Bugün esnaf-sanatkar kesimi açısından öneme sahip olan, Halk Bankası, Kefalet Kooperatifleri, Bağ-Kur gibi kuruluşların kökeni Ahilik Teşkilatına dayanmaktadır. Bu nedenle esnaf ve sanatkarlar kesiminde ve teşkilatlarında 38 yıldan beri "Esnaf Bayramı" kutlamaları büyük bir şevkle yapılmaktadır.
Ahilik ve Ahiler; ülkede, inanmış ve yararlı işlere yönelmiş bir esnaf toplumu, güçlü ve yaygın bir orta sınıf yaratmıştır. Günümüzde özlemi çekilen, sanat-ticaret-iş ahlakı yanında, kooperatifçilik, sendikacılık, meslek ve çıraklık eğitimi, sosyal güvenlik, standart üretim, kalite ve fiyat kontrolü ve bankacılık (esnaf sandıkları) gibi konularda başarılı olarak öncü ve örnek olmuşlardır.
Ahilik, Türklere özgü milli bir kuruluş olarak ortaya çıkmış, tüketicilerin korunması dahil, Türklerin Anadolu’da kök salması ve tutunmasında önemli bir rol oynamıştır.
Ahilik teşkilatı hakkında
Hamit HAKSEVER'in kaleminden
TASAVVUFÎ ESNAF TEŞKİLATI, ÂHİLİK
Siyasî, iktisadî ve kültürel olarak Anadolu’ya mührünü vuran, XIII. yüzyıldan itibaren Anadolu’da yaygınlaşmaya başlayan esnaf teşekkülüne ahilik denilmektedir. “Ahi” kelimesinin kökeni hakkında farklı iki görüş mevcuttur. “Ahi” kelimesinin dilimize Arapça’dan geçtiğini ve “kardeşim” anlamına geldiğini iddia edenler görüşlerini, ahilerin birbirlerini yol kardeşi kabul etmeleri ve birbirlerine kardeşim diye hitap etmeleri ile de destekliyorlar. Diğer bir görüş ise Kaşgarlı Mahmut’un Divan-i Lügat-i-t Türk isimli eserine dayanmaktadır. Buna göre “ahi” kelimesi Türkçe “akı” kelimesindeki “k” sesinin “h” ye dönüşmesi ile oluşmuştur. Nitekim Anadolu’da “k” harfinin “h” ve “ğ” olarak yaygın bir telaffuzu vardır; okumah, bakmah vb. gibi. Diğer taraftan akı kelimesi cömert, eli açık anlamlarına gelmekte ki, cömertlik ve civanmertlik, bir ahinin en temel özelliğini oluşturmaktadır.
Ahi kelimesinin kökeni hakkındaki ihtilaftan başka ahiliğin kaynağı hakkında da ihtilaf vaki olmuştur. Bazı yazarlar tarafından, ahiliğin Anadolu’daki Bizans loncalarını örnek aldığı ve onun bir devamı olduğu iddia edilse bile bu görüş kabul edilebilir bir nitelikte değildir. Zira Bizans loncaları sırf iktisadî teşekküller olup, devletin otoritesine tabi idiler. Ayrıca onlarda kast sistemine benzer sınıflar mevcuttu. Ahilerde ise sınıf farkı yoktu. Ahiler devletin otoritesinden bağımsız sivil toplum kuruluşları idi. Ayrıca ahilerin iktisadî yönlerine ilaveten ahlakî ve siyasî yönleri de mevcuttu.
Diğer taraftan ahiliğin fütüvvet teşkilatının bir devamı olduğu görüşü de yaygındır. Fütüvvet birlikleri hicrî III. asırdan itibaren sistemli bir teşkilat olmaya başlamışlardır. Fütüvvet, feta kelimesinden türemiştir ki feta eli açık, soyu temiz, mert, yiğit kimse anlamlarına gelmektedir. Ahiliğe aday olanlara feta denilmesi ve ahiliğin ahlak prensiplerinin fütüvvetnamelerde izah edilmesi, ahiliğin fütüvvet teşkilatının devamı olduğunu savunanların delilleri arasındadır. Ahiliğin fütüvvet birliklerinden etkilendiği âşikar olmakla birlikte onun aynen devamı olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Zira fütüvvet birliklerine herkes kabul edilmekte idi. Ahilere ise sadece bir meslek sahibi, bir sanat sahibi olanlar kabul edilmektedir. Fütüvvet birliklerinde, sanatkarlara kavlî, askerlere seyfî, diğer kimselere de şurubî denir ve bu üç grup altında herkes birliğe dahil edilirdi. Ahilerde ise sadece meslek sahipleri birliğe kabul edilir ve bunlar kendi içinde (debbağlar, saraçlar, kunduracılar vs.) ayrılırdı. Aynı meslekten olan ahiler genellikle mesleği ile ilgili bir ad ile anılan (bedesten, saraçhane, arasta vb.) çarşılarda toplu olarak bulunurlardı. Fakat berber, fırıncı, nalbant gibi herkesin ihtiyacı olan mesleklerden olanların belli bir çarşısı olmayıp bunlardan her çarşıda bulunurdu.
Ahiliğin kurucusu olan Ahi Evren, 1171 yılında Azerbaycan’ın Hoy şehrinde doğmuş, 1261’de Kırşehir’de vefat etmiştir. İlk eğitimini Azerbaycan’da geçirdikten sonra Horasan’da Fahreddin Razi’nin tedris halkasına katılır. İlk tasavvufi eğitimini de yine Horasan’da Yesevî dervişlerinden alır. Sonra hac seyahati için Horasan’dan ayrılınca Şeyh Evhaduddin Kirmanî ile tanışıp hem ona mürit olur hem de kızı Fatma Bacı ile evlenerek damat olur. Şüphesiz Ahi Evren’in fikirlerinin teşekkülünde gerek Fahrettin Razi ve Evhaduddin Kirmanî’nin gerekse Yesevîlik ve Fütüvvet terbiyesinin büyük etkisi olmuştur.
Anadolu’ya gelerek Kayseri’ye yerleşmiş ve orada bir debbağlık atölyesi kurmuştur. Şehirlerde sanayi çarşıları kurulması fikrini ortaya atmış ve bunu tatbikata koymuştur. Derin ilmine rağmen eserlerinde -Ahmet Yesevî gibi- sade bir dil kullanması, karış karış Anadolu’yu dolaşarak fikirlerini anlatması Ahi Evren’in Anadolu insanı tarafından sevilmesine ve ahi teşkilatlarının kısa zamanda yayılmasına vesile olmuştur.
Ahi Evren Kayseri’den Konya’ya, oradan da Kırşehir’e geçmiş ve ömrünün sonuna kadar da Kırşehir’de kalmıştır. Ahi Evren ve Ahiler, Moğollara ve Moğol uydusu yönetimlere karşı gerek askerî olarak ve gerekse siyasî olarak mücadele etmişlerdir. Ahi Evren’in de Moğolların güdümünde olanlar tarafından öldürüldüğü iddia edilmektedir.
Ahi Evren’in Kırşehir’deki tekkesi merkez tekke idi. Bütün ahiler manevî olarak Ahi Evren’e bağlı idi. Ahi Evren’in vefatından sonra da Kırşehir’deki tekkenin postnişini ahilerin manevî başkanlığını yürütmekteydi ki bunlara Ahi Baba denirdi. Diğer yerleşim merkezlerinde ise Ahi Baba vekilleri bulunurdu. Bir yerleşim merkezinde her meslek dalının bir tane Esnaf Şeyhi bulunur, Esnaf şeyhlerinin hepsi o yerleşim merkezindeki Ahi Baba vekiline bağlı olurdu. Ahi Baba vekili Esnaf şeyhleri tarafından seçilirdi. Ahi Baba vekilinin en önemli vazifesi Esnaf şeyhlerini ve onların idare heyetini denetlemekti. Herhangi bir mesleğin Esnaf şeyhleri ve idare heyetleri, o mesleğin ustaları tarafından seçilirdi. Bunların, esnafın haklarını savunmak, eğitimleri ile ilgilenmek, orta sandığında toplanan paraları idare etmek, törenler düzenlemek gibi vazifeleri vardı. En önemli vazifesi ise esnafı denetlemekti. Üretilen malların kalitesi sürekli denetim altında tutulur, böylece tüketici hakları 21. yüzyıl insanının hayalinin bile ulaşamayacağı bir seviyede korunurdu. Her türlü şikayeti değerlendirip esnafı denetleyen idare kurulu, eğer esnaf hatalı ise gereken cezayı verirdi. Bu cezalar, özür dilemeden dükkan kapatmaya kadar olabilirdi. Mesela yapılan ürün, kalitesiz olduğu için kısa zamanda yıpranmış ise, o ürün o ustanın dükkanının çatısına atılır ve müşteriye tazesi verilirdi. Tabii bu durum o usta için en büyük ayıp olurdu. İtibarı zedelenirdi. Tabii ki en çok denetim kunduracılar çarşısında olurdu. Kunduranın, müşterinin kullanım hatasından mı yoksa ustanın kalitesiz malzeme kullanıp işini savsaklayarak yapmasından mı yıprandığı tartışma götürdüğünden buradaki denetimler inceden inceye yapılırdı. Şayet ustanın hatası tespit edilirse yapmış olduğu pabuç dükkanın damına atılırdı. “Pabucu dama atılmak” deyimimizin kaynağı da bu olaya dayanır.
Ahilerin, Ahi Evren’den başka bir de meslek pîrleri vardır ki, bunlar genellikle o mesleği yapmış peygamberlerden olurdu. Ahi ustasının dükkanında o peygamberin isminin de geçtiği bir beyit yazılı olurdu. Mesela usta terzi ise asılı levhada, “Her sabah besmeleyle açılır dükkanımız / İdris Nebîdir pîrimiz üstadımız” yazar; veya usta demirci ise, “Her sabah besmeleyle açılır dükkanımız / Davut aleyhisselamdır pîrimiz üstadımız” yazardı. Ustanın yapmış olduğu mesleği icrâ etmiş bir peygamber bilinmiyorsa o mesleği yapmış olan bir Allah dostu meslek pîri olarak kabul edilirdi. Mesela kahvecilerin dükkanlarında, “Her sabah besmeleyle açılır dükkanımız / İmam Şazeli’dir pîrimiz üstadımız” yazılı levha asılı olurdu.
Ahilerde çok sistemli bir eğitim vardı. Ahilik teşkilatına girmeye aday olan çocuklara feta (yiğit) denirdi. Feta 10 yaşına geldiğinde bir ustanın yanında yamak olarak çalışmaya başlardı. Böylece ahiliğe de girmiş olurdu. İki yıl ücretsiz olarak çalışan yamak, tertip edilen bir merasimle çıraklığa yükselir ve artık ustasından harçlık almaya başlardı. Çırak, bir taraftan yamaklara sevgiyle davranıp onlara mesleği ve ahiliğin kurallarını öğrenebilmeleri noktasında yardımcı olur, diğer taraftan da kalfaların ve ustasının sözlerini can kulağıyla dinler, onlara hürmette kusur etmezdi. Çırak üç yıl kadar çalıştıktan sonra ustası tarafından kâfi derecede yetiştiği ve ahlaken olgunlaştığı teşkilata bildirilip kalfalık merasimi tertip edilirdi. Genç ahi kalfa olduktan sonra da yine bir taraftan çıraklara ahiliğin kurallarını öğretirken diğer taraftan ustasına gönülden itaat ederdi. Ustasına sadakatten asla ayrılmazdı. Başka bir ustaya gitmeyi veya başka ustaların kalfa ve çıraklarını ayartmayı akıllarının ucundan bile geçirmezlerdi. Maalesef zamanımızda sıkça görülen bu durum, o zamanlar görülmezdi. Böyle bir şey çok ayıp sayılırdı. Buna mukabil ustalar da kalfalarına mesleğin inceliklerini seve seve öğretirlerdi. Bir usta için en önemli iftihar vesilesi, yetiştirdiği ustaların çokluğu ve onların mesleğinde ehil olmaları idi. Çünkü o zamanın toplumunda insanlar iyi bir usta gördüklerinde, “filan usta yetiştirmişti” diyerek hocasını da anarlardı. Kalfa, üç yıl kadar çalıştıktan sonra eğer hakkında ciddi bir şikayet olmamışsa, müşterilere iyi davranmış, çırak yetiştirme hususunda gayreti görülmüşse, Ahi Baba vekilinin köşkünde yapılan bir merasimle ustalığa yükselir ve kendisine dükkan açma yetkisi verilirdi. Ustalık merasiminde bütün mesleklerin esnaf başkanlarından başka, müftü ve kadı da hazır bulunurdu.
Ahilikteki yamaklıktan ustalığa kadar olan terfî merasimleri günümüzdeki diploma törenlerinden mana itibariyle çok farklıydı. Bu merasimlerde bir üst dereceye terfi eden adaya güzel nasihatlerde bulunulurdu. Mesela ustalık merasiminde usta eski kalfasının sırtını sıvazlayarak şöyle derdi:
“Taşı tut altın olsun. Allah seni iki cihanda aziz etsin. Tuttuğun işten hayır gör. Erenler, pîrler hep yardımcın olsun. Allah rızkını bol etsin, yoksulluk göstermesin, sıkıntı çektirmesin. Bilginlerin dediklerini, esnaf başkanlarının nasihatlerini, benim sözlerimi tutmazsan; ana-baba, öğretmen-usta hakkına riayet etmezsen, halka zulüm edersen, kâfir ve yetim hakkı yersen, hülasa Allah’ın yasaklarından sakınmazsan yirmi tırnağım ahirette boynuna çengel olsun”
Ahilerde pratik ve nazarî eğitim birbiri ile iç içe idi. Genç ahi ister yamak, ister çırak, isterse kalfa olsun gündüz iş başında mesleğini yaparak-yaşayarak öğreniyordu. Cumartesi akşamları ise zaviyelerde 740 maddeden oluşan davranış ve görgü kuralları tedrici olarak öğretilirdi. Mesela yamaklık ve çıraklık dönemlerinde bu 740 kuraldan 124 tanesi öğrenilmiş olurdu. Yamakların, çırakların, kalfaların ve ustaların dersleri ayrı ayrı idi ve hepsinin karakteri model bir şahsiyetin rehberliğinde şekillenirdi. Öğrenilen bilgiler kalben benimsenir, hemen tatbik sahasına intikal ettirilir, huy haline getirilirdi.
Ahi olabilmek için ilk önce cömert olmak, namazlarını kazaya bırakmamak, haya ve edep sahibi olmak, dünyayı terk etmek ve helal kazanç peşinde koşmak gerekirdi. Ahi olan kişinin üç nesnesi açık ve üç nesnesi kapalı olmalı idi: Gözü kötü bakışlara, ağzı kötü sözlere, eli haksızlığa ve zulme kapalı olmalıydı; kapısı konuklara, kesesi kardeşlerine, sofrası ise bütün fakirlere açık olmalı idi.
Ahinin yirmi dört saat boyunca yapacağı davranışlar belli idi. Hangi durumda nasıl hareket edileceği, görgü ve edep kaideleri zaviyelerde muntazaman öğretilirdi
Ahilik, şimdiki esnaf odaları gibi kuru bir ticarî birlik olmayıp aynı zamanda dev bir eğitim müessesesi idi. Dev bir üniversite idi. Maalesef günümüz üniversite mezunları okulda sadece meslekleri ile ilgili nazarî (teorik) bilgileri öğrenmekte, mesleğinde uzmanlaşabilmesi için birkaç yıl pratik iş ortamında çalışması icap etmektedir. Zaten 22 yaşlarında üniversiteyi bitirmiş olan genç, 25 yaş civarında elinden iş gelebilen, verimli çalışabilen biri olabilmektedir. Halbuki bir ahi 10 yaşında yamak, 12 yaşında çırak, 15 yaşında kalfa ve nihayet 18 yaşında işini en iyi bir şekilde yapabilen bir usta olmaktadır. Üstelik üstün ahlaklı, edepli ve görgülü olarak yetişmekte, insanlık kalitesi itibâriyle de en üst seviyede olmaktadır. Halbuki günümüzde nice işini iyi bilen üniversite mezunları vardır ki insanlıktan nasibi yoktur. Nice avukatlar suçluyu savunmakta, nice doktorlar hastaları bankamatik gibi görmekte, nice çürük binalar yapan mühendisler yetişmektedir.
Diğer taraftan ahilik teşkilatı gibi mükemmel bir sistemi olmasa dahi ülkemizin kalifiye insan ihtiyacını belli seviyede karşılayabilmek için kurulmuş meslek liselerimiz var. Bu meslek liseleri de maalesef bazı dar kafalı insanların ideolojik kurbanı oldu. Sırf İmam Hatip liselerinin önünü kesmek için memleketin can damarlarından biri olan meslek liselerinin bileğini kestiler. Şu an, meslek liselerinin zaten sayısı az öğrencilerinin de kalbur altı öğrenciler olması istikbâlimizin vahameti hakkında fikir vermektedir. Bu durum sanayi toplumu olmayı hedef edinen bir ülkenin bindiği dalı kesmesinden başka bir şey değildir.
21. yüzyılda ahiliği olduğu gibi uygulamak belki mümkün değildir. Ancak 21. yüzyıl insanının ahilikten öğrenmesi gereken pek çok şey vardır. Ahiliğin teşkilat yapısının iyi incelenmesi, İslamî hizmetlerimizde ve eğitim faaliyetlerimizde örnek alabileceğimiz noktaların iyi tespit edilmesi gerekir. Mesela ahilikteki çırak-kalfa-usta ilişkisini eğitim hizmetlerimize uygulayabiliriz. Bir hocanın her seviyede talebesi olabilmekte, bunların hepsi ile ilgilenme noktasında zaman müsait olmayabilmektedir. Bu durumda ileri seviyedeki talebelerin hocadan bizzat ders alması, seviyesi düşük öğrencileri de bu talebelerin yetiştirmesi çok daha etkili olmaktadır. Nitekim başkalarına öğretilen bilgiler de hafızada kalıcı olmaktadır.
Allahu Teala, kurdukları müesseseler ve sistemler ile insanlara hizmeti gaye edinen ecdadımıza rahmet eylesin. Bize de ecdadımızın açtığı hayırlı yollardan yürümeyi ve daha başka hayır yolları açmayı nasîb eylesin. Âmin.